Süleymaniye’de Yapılan Koruma Çalışmaları Süreci
Yeraltı şehri sayılabilecek (Bedesten) bu yerin bir ucu, Seraskerlik Meydanı (Beyazıt Meydanı) denen, büyük yapılar ve camilerle çevrili çok şenlikli ve ferah bir meydana çıkar. Burası, kadın ve çocukların toplandığı, şehiriçi bir gezinti ve seyran yeridir. Kadınlar İstanbul yönünde Pera’dan daha sık örtülüdürler; yeşil ya da mor feraceler giymiş, yüzleri kalın bir tülle kapatılmış kadınların gözlerinden ve burun kökünden başka yerleri pek ender görülür. Ermeni ve Rumlar yüzlerini daha ince bir tülle örterler.
Meydanın bir yanını kâtipler, minyatürcüler ve kitapçılar tutmuş; avluları ağaçlı, zaman zaman meydana konan binlerce güvercinin gezindiği yakın camilerin zarif yapıları, kahveler, mücevher dolu mostralar, bütün şehre hâkim Seraskerlik Kulesi, valide sultanın oturduğu eski sarayın uzaktan görülen karanlık duvarları bile, bu meydana kendine özgü bir görünüm verir.
Fransız seyyah, şair ve yazar Gérard de Nerval’den (1843)
Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a girdikten sonra şehrin göbeğinde, etrafı yüksek duvarlarla çevrili ahşap bir saray kurdurmuş. Burası (Eski Saray) neden sonra yanmış; Kanunî Süleyman, Mimar Sinan’a yeniden yaptırtmış. O da bir yangında kül olunca, III. Ahmed zamanında daha büyük olarak tekrar yerine konmuş. II. Mahmud 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra bu eski saraydaki yaşlı hünkâr cariyelerini, hademelerini Topkapı’ya nakille burasını da Serasker Kapısı’na tahsis etmiş. 1870 senesinde yeni baştan yaptırılan ve senelerce Dairei Askeriyelik eden mahaldir ki, şimdinin de İstanbul Üniversitesi’dir.
İleri doğru yolu tutalım. En evvel Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa, sonra Keçecizade Fuad Paşa Konağı, ardından Maliye Nezareti, nihayet Askerî Tibbîye olan binayı sağa atın. Çıkmaz sokaktaki, Topçu Dairesi Reisi Hacı Hüseyin Paşa’nın konağını (bugünkü talebe yurdu) geçip bayırı inince, dönemece Sabuncu Hanı derlerdi ki, bundan on on iki yıl evveline kadar caddeye adeta tıkaçtı. Gene Beyazıt Meydanı’ndan, bu sefer de solu tutup gelelim; salaş, hurda, küçük küçük dükkânlarda kâğıtçılar, arkalarında sadrazam yaveri Birinci Ferik, yani Orgeneral Cemal Paşa’nın gıcır gıcır kışlık ikametgâhı. Yürüyüp bayıra varınca tam karşısı Mısırlı Zeynep Hanım’ın konağı. Burası sonra Darülhayır, ardından sanat mektebi, ardından hukuk, onun da ardından fen fakültesi oldu. Malum, Prenses Zeynep, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı. Kocası da saltanatı saniye vükelalığında ve sadrazamlığında bulunmuş, Yazar Telemak Mütercimi Arapgirli Yusuf Kâmil Paşa.
Vezneciler’deyiz. Veznenin bir manası da tartı ve tartmaya mahsus alet. Bu ivir zıvırları yapan ustaların orada olumaya şundan semt bu ismi almış. Küçüklüğümüzde yerlerine fermeneciler, yani esnaf elbiseleri dikenler yerleşmişti. Tapiçer Hasan Basri’nin, Udcu Şamlı Selim’in, Japon Mağazacı Avni Bey’in, Makineci Salim’in dükkânlarını ve Kuyucumurad paşa Camii’ni geçelim. Fotoğrafçı Madam’in salaşı ve Sakalli Hamdi Bey’in eczanesi. Eczacılığın Rumların, Ermenilerin elinde olduğu sıralar, Türkler tarafından bu mesleği tutan, ilk dükkân açan merhumdur. Sanatının ehliydi. Nişantaşi mişantaşı gibi ta nerelerde oturanların çoğu ilaç yaptıracaklar mı, Kanzuk, Della Suda filan gibi eczaneleri önemsemeyip buralara kadar adam koştururlardı.
Serasker Rıza Paşa’nın yaptırdığı Letafet Apartmani oracığa çabucak çıkıvermişti. Bir ilkbahar mahallemizden yazlığa gittik. Kasım girmeden dönüp de bir bakalım ki, Fesçi Mürteza’nın, Tatlıcı Şamlı’nın, Şems Kıraathanesi’nin, Feshane satış mağazasının üstünde koskocaman bir kallavi! Yanıbaşındaki Birinci Dairei Belediye de mostralık. Harap mı harap; sıvaları dökülmüş, pencerelerinin üstüne tahtalar mıhlanmış, altlarındaki camlar gazete parçalarıyla yapıştırılmış, eğri büğrü dışarı sarkan soba borularından aşağıya zifirler damlamada; ne kadar sokak köpeği hepsi önünde, duvarlarının dibinde (burası konservatuvar yapılacak yerdi).
Yazar ve gazeteci Sermet Muhtar Alus’tan (1939)
Yüz yıl, hatta daha da az geri giderek İstanbul kentine ve kenti Marmara, Haliç ve batıdan kuşatan surlar arasındaki yarımada bölgesinin rastgele bir konut yerleşmesine yönelen kısa bir inceleme, belirli özellikleri ortaya koymaktadır.
Organsı bir yol dokusu konut ve bahçe ile bütünleşerek sokağa kapanmış; sokakların genişliği, çizgisi, cumbaların yerden yüksekliği, her şey yayaya ve atlı insana göre oluşmuştur. Mahallenin yolları mescit, sıbyan mektebi, kitaplık, çeşme, dükkânlar ve kahvenin kümelendiği sosyal ve kültürel bir “çekirdek”e götürür. İç bahçelerin yer yer sokağa kadar uzanan yeşili içinde çatı biçimleri ve cumbaları ile evlerin meydana getirdiği mahalle dokusunda hemen her oda ve böylece başka bir deyişle her kişi ifade bulmuştur: Organik ve kendine yeter birimlerin, kendine yeter bir bütünlüğü; her gelir grubundan ailenin yan yana yaşadığı komşuluk ilişkileri. Kentin bu konut dokusu içinde çok belirgin kümelenmeler, büyük Camiler ve çevresindeki, Türbeler, Medreseler, İmaret, Şifahane, Kitaplık, Sebiller ve kültür kurumlarından oluşan anıtsal kompleksler vardır. Evlerin, ölümlü insanların konutları olarak, geçici bir malzeme olan ahşaptan yapılmalarına karşılık, bu külliyeler, Kültürün, Sanatın, Bilimin kalıcılığını simgelercesine ve uzun düşey ve uzun yatay çizgilerle bağlanan kurşun kaplı irili ufaklı kubbelerle, taşlı yapıların anıtsal geometrik disiplinini yansıtırlar. Kentin son derece karakteristik siluetini yapan bu önemli merkezleri birbirine bağlayan arterler bile sürekli, düz bir doğrultu izlemezler ve genişlikçe öteki yollardan çok farklı değildirler. Yolların başlayıp bittiği “meydan“lar vardır. Sokaktaki adam için en büyük genişlikler, bu kompleksleri oluşturan yapıların avluları ve aralarında meydana gelen açık toplanma mekânlarıdır. Gerek mekân dokusunun gerek yapılardan oluşan plastik kurgunun bu irrasyonel şekillenişi olgusal bir rastlantıdan ötede bir yaşama kültürünün, bir dünya görüşünün ve değerler sisteminin açıklayıcısıdır.
Öteyandan bu irrasyonel görünüm altında biçimle içerik, düzenle eylem arasında, amaçlanan ve programlananla fiziki sonuç arasında şaşmaz bir uyumun varlığı da gözlenebilir.
Tanımlamaya çalıştığımız bu kent dokusunun, son yüzyılın karşı konmaz teknolojik gelişmesinin yarattığı hızlı kentleşme karşısında özellikle büyük merkezleri bağlayan arterlerde ne kadar erken yetersiz kaldığı tahmin edilebilir. Yekpare ahşap mahalleleri birkaç saatte yok eden büyük yangınlar ve çeşitli düzenleme operasyonları ile XIX. yüzyılın sonlarından itibaren kaybolmaya başlayan tarihî doku özellikle son 30 yılın Türkiye’de kentsel nüfusu 4 katına çıkaran hızlı kentleşme, onun yarattığı arsa spekülasyonu, yoksullaşan tarihî merkezde -anıtsal yapı ve kompleksler dışında- bu dokuyu çok büyük ölçüde yok ederek, kapalı yapı adaları üzerinde apartman binalarının oluşturduğu yoğun bir yerleşme düzenini getirdi. Yapıların pek çok müdahale ve özellikle tarihî anıtların çevrelerinin onları değerlendirmek amacıyla açılması durumu daha da ağırlaştırdı. İstanbul Yarımadası’nda iyi kötü korunmasına çalışılan siluetteki karakteristiğin, mekânsal kent dokusunun yok olan temel özelliği düşünülürse çok az şey ifade ettiği söylenebilir. Başlangıçta böylesine duyarlı bir değerler düzeni ile teknoloji çağının endüstri ve uzlaşmaz gözüken gerçekleri (!) karşısında tarihî ve kültürel varlıklardan yapılacak fedakârlık, çağdaş gelişmenin bedeli sayıldı. Mimari varlığı anıtsal tarihî yapılardan ibaret sayan bir görüş ve anıtsal yapıları kendilerini sımsıkı kuşatan tarihî konut yerleşme çevresinden yoksun bırakan imar girişimleri yüzünden ahşap mahallelerden bütün İstanbul Yarımadası’nda sağlıksız birkaç sokak kaldı. İnsana daha yaşanabilir bir çevre yaratmaktan sorumlu olan uzmanlar bugün tarihî varlıkların bütünleşik olarak korunması olayının gelişen kentte çağdaş yaşamın gereksinmelerine doğru önlemler getirmek için sürdürülen eylemlerin bir parçası olarak ele alınması gerektiğinde, Türkiye’de de geniş ölçüde düşünce birliğindedirler…
Prof. Nezih Eldem’in İTÜ Mimarlık Fakültesi dergisindeki metninden alıntı (Mart 1976)